IN MY OPINION >>
MICHAEL HANEKE ve BEYAZ BANT üzerine...
 
Ayça Çiftçi
Masumiyet ve itaat
 
Cüneyt Cebenoyan
Beyaz bant: hepsi bu mu?
 
 
 
 
________________________________________________________________________________________________________
 
Masumiyet ve itaat

AYÇA ÇİFTÇİ

Beyaz Bant’ta (Das weisse Band, 2009) Haneke, her evin kapalı kutu olduğu, kapalı kutuların içinde suç ve cezanın kurulduğu, her evin içinde olan bitenlerin birbirini andırdığı, birbirini doğurduğu bir köy kuruyor ve bu köyün çocuklarının gözlerinde bir dönemin yansımasını arıyor. Yıl 1913, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesi; Protestan bir Alman köyünde gizemli bir takım olaylar yaşanmakta… Köyün doktoruna kurulmuş bir tuzakla başlıyor her şey ve bir kadının ölmesi, çocukların kaçırılıp işkence edilmesi olaylarıyla sürüyor. Bütün hikâye bu suçların faillerinin kimler olduğu etrafında kuruluyor ve kamera, gözünü çocuklara dikiyor; film ilerledikçe köyün çocuklarının donuk bakışları soğukkanlı suçluları, inatçı sessizlikleri örgütlü bir sırrı çağrıştırmaya başlıyor. Sonuçta da bir neslin gözlerinin öfke ve şiddet vaat ettiği ürkütücü bir öykü çıkıyor ortaya. Film için seçilen zaman ve mekân üzerinden bu çocukların “Nazi Almanyası”nın gençleri olacakları düşünüldüğünde, çocuklardan duyulan korkuyu anlamak kolaylaşıyor.

Bütün film,sonradan yaşanan büyük toplumsal trajedinin izini geçmişte süren bir yapıda kuruluyor. Köyün öğretmeni yıllar sonra hatırlayarak anlatıyor olan biteni. Filmin açılışında öğretmen, öyküyü anlatmaya şöyle başlıyor; “Size anlatacağım hikâye tamamen doğru mu bilmiyorum. Bazıları sadece söylentiler üzerinden duyduğum şeyler. Yaşananların büyük bölümü, yıllar sonra hâlâ aydınlanmamış durumda, pek çok soru yanıtsız. Ama köyümüzde gerçekleşen garip olayları yine de anlatmalıyım. Burada yaşananlar, bu ülkede olanları aydınlatmamıza da yardımcı olur belki…” Dolayısıyla, Nazilerin yükselişini anlamak için geçmişi hatırlayan bir zihnin, bir nesli faşizme ikna edenin ne olduğu sorusuyla geçmişe bakan bir gözün kurduğu bu hikâyede, çocukların gözleri geleceğin suçlarını vaat ediyor.

Suç ve ceza

Öğretmenin daha en baştan söylediği gibi, bu “garip olayların” failleri hiçbir zaman açığa çıkarılamıyor; hangi suç kimin neden işlediği hiçbir noktada çözülemiyor. Asıl cevap aranan sorular yanıtsız, işlenen suçlar cezasız kalırken, başka bir dizi “suç ve ceza” mekanizmasının işleyişine şahit oluyoruz. Olağandışı olayların suçlusu bulunamazken, olağan gündelik yaşamın içinde suçun ve cezanın nasıl kurulduğuna odaklanıyor film. Suçu tanımlama ve cezayı uygulama yetkisinin kimin elinde olduğu ise iktidar ilişkileriyle belirleniyor. Genel olarak erkeklerin, sınıfsal olarak baronun, mutlak olarak tanrının iktidar olduğu bir eril iktidar ağının içerisinde kurulan otoritelerin nasıl işlediğini gözlemliyoruz. Aslında bu küçük Alman köyü, toplumsal iktidar ilişkilerinin gözlemlenebileceği küçük ölçekli bir laboratuar gibi kuruluyor filmde.
 
Bu iktidar ilişkileri ağının en altında yer alan çocukların baba ve tanrı korkusuyla disiplin altına alındığı bir eğitim sisteminin işleyişine odaklanıyor Haneke. Filme ismini veren “beyaz bant” da bu eğitimin masumiyet kodunu açık ediyor. Köyün papazı, itaatsizliğe karşılık kırbaçla dövdüğü, mastürbasyonu engellemek için geceleri yatağa bağladığı çocuklarının günahtan uzak durmaları için vücutlarına birer beyaz bant bağlıyor. Masumiyetin simgesi olduğunu söylediği bu bantın onlara suçtan, günahtan uzak durmaları gerektiğini hatırlatacağını söylüyor. Beyaz bantın aslında itaatin simgesi olduğu bu cezada, vücuda yerleştirilen bu bant ile asıl hatırlanacak olan şey, otoriteye itaat etmek olacaktır.Sürekli olarak iktidarın yasaklar alanında, suçluluk duygusunun baskısı altında yaşayan çocuklar, bir noktadan sonra kendilerini her an suçlu hissetmeye başlıyorlar. Filmin anlatısı bir yandan çocuklara potansiyel suçlu muamelesi yaparken, bir yandan da onlara kendilerini potansiyel suçlu gibi hissettiren bir iktidar oyununun çocukların içlerine suçluluk duygusunu nasıl yerleştirdiğini gösteriyor. Mesela öğretmen, bir gün papazın çocuklarından Martin’i köprünün tırabzanlarının üzerinde tehlikeli bir şekilde yürürken gördüğünü anlatıyor. Koşup onu aşağı indirdikten sonra, bunu neden yaptığını soruyor. Martin “Tanrıya beni öldürmesi için bir şans verdim. Ama öldürmedi. Demek ki benden memnun” diyor. Doktorun “Tanrı neden senin ölmeni istesin ki?” sorusuna ise cevap vermiyor. Belki köyde faili aranan suçlara ortak olduğu için bu ölümcül testi yapıyor Martin, ama belki de sadece mastürbasyon yaptığı ya da babasına yalan söylediği için tanrının kendisini öldürmek isteyebileceğini düşünüyor.

Masumiyet kriterleri üzerinden otorite kuran yetişkinlerin dünyası ise masumiyetin çok uzağında... Her kapının ardından suç ve günahın çıkabileceği bu köyde çocukların aslında çoğu zaman kurban olduklarını görüyoruz. Kiliseye kabul töreni sahnesine vardığımızda, orada sıraya dizilmiş “kabul görmeyi” bekleyen çocukların birinin hakaretle ezildiğini, birinin kırbaçlandığını, diğerinin babasının tacizine uğradığını izlemiş durumdayız. Küçük bir çocuğun işkence edilmiş bedeninde bulunan not da çocukların, ailelerinin günahlarından dolayı cezalandırıldığını bildiriyor zaten; masumiyetin sadece bir itaate davet şifresi olduğunu ve asıl suçun yetişkinlerin iktidar alanında kurulduğunu deşifre ediyor.

Sahipsiz suçlar

Haneke, hemen her filminde olduğu gibi, Beyaz Bant’ta da, anlattığı hikâyeyi büyük bilgi boşlukları üzerine inşa ediyor. Sorular çözülmek, cevaplanmak için değil, başka sorular kurmak için ortaya atılıyor. Temel sorular yanıtsız, asıl görünmek istenenler kadraj dışında kaldıkça odak noktası değişiyor; cevap aranan soru anlamını yitiriyor. Suç ve suçluluk kavramlarının izini süren Haneke, suç kavramı etrafında büyük bir gizem kuruyor;faili bulunamayan, sebebi bilinemeyen, sırrına erilemeyen suçlar karanlık bir gizemle öyküyü sürüklüyor. Böylece, ortaya attığı sahipsiz suç failini ararken bütün diğer suçlar masaya yatırılıyor, suçun kendisinin tanımı ve kökenleri, kadraj içinde olan ne varsa orada aranmaya başlıyor.

Beyaz Bant’ta sanki geleceğin faşizminin eylemleri “garip olaylar” olarak kodlanıp 1913’e taşınıyor ve köyün çocuklarının bu olaylarla ilişkisi sorgulanırken,aslında geleceğin Nazi Almanyası’nı şekillendirilecek kuşağın suç ile olan ilişkisi sorgulanmış oluyor. Bir toplumu, bir toplumsal tarihi anlamak için o toplumun çocuklarına ne yaptığına bakıyor Haneke. Nelerin yasaklandığı, nelerin cezalandırıldığı, çocukları çocukluktan çıkarmak için hangi pratikler bütününün devreye girdiği, nasıl bir eğitimin çocukluk üzerinde iktidar kurduğu sorularına odaklanıyor. Haneke, bu köyün hikâyesini basitçe sadece Naziler üzerinden okumamıza engel oluyor, çünkü faşizmin her yerde geçerli olan kökenleriyle ilgileniyor. Dolayısıyla suçluyu bulup rahatlamamıza da engel oluyor. Çünkü kameranın, birden başka bir yere döndüğünde ya da doğrudan bize döndüğünde, benzer suçları yakalayacağını akıldan çıkarmamızı istemiyor.


(Altyazı Dergisi / Mayıs 2010)
__________________________________________________________________
 

Beyaz Bant: Hepsi bu mu ?
 
CÜNEYT CEBENOYAN

Haneke çok, çok derin bir adam izlenimi veriyor ama pek o kadar da anlamlı şeyler söylemiyor. Çok usta bir sinemacı olduğuna şüphe yok Altın Palmiyeli yönetmenin. Oyuncu yönetimi mükemmel, mizansenler, kadrajlar çok iyi… 'Beyaz Bant'ın teması da ağır mı ağır! Filmin tarihe ışık tutma iddiası daha en başta açıklanıyor zaten. Evet, bu büyük iddia, olabildiğince alçakgönüllüce seslendiriliyor; bilgiler eksik deniliyor, kulaktan dolma deniliyor ama iddia yine de orada duruyor!

Filmin konusu 1910’ların başında, Almanya’nın kuzeyindeki Protestan bir köyde geçiyor. Filmin bir anlatıcısı var: köyün öğretmeni. Öğretmen filmin konu aldığı yıllarda henüz genç ve bekâr. Otuzlu yaşlarının başında. Fakat anlatıcının sesi çok yaşlı, yani öğretmen bize bu olayları, üzerlerinden bir çok şey, özellikle de birinci ve ikinci dünya savaşları geçtikten sonrasını anlatıyor. Ve göreceklerimizin gelecekte olacak olanlara ışık tutabileceğini söylüyor. Akla bin bir şey geliyor tabii ki, kapitalizmin ve emperyalizmin yol açtığı paylaşım savaşlarına, Almanya’da faşizmin yükselişine, sosyalizmin yenilişine değin acaba ne söyleyecek Haneke bize? Yakın tarihi yeni bir gözle görmemizi sağlayacak ne biliyor? Neredeyse insanlığa dair önemli bir sırrın açığa çıkarılmasını umuyoruz. Beklentimizin büyük olmasını kendisi istiyor Haneke bu açılış cümleleriyle. Dolayısıyla filmden ya “vay canına!” diye çıkacağız, ya da “ee, hepsi bu mu?” diyerek.

TÜM EYLEMLERİN ORTAK YANI: İNTİKAM

Filmde çok sayıda kişilik var ama öne çıkan, derinlemesine kavradığımız herhangi bir karakter yok. Anlatıcı öğretmen dışında üç önemli erkek var: köyün baronu ve köyün rahibi iktidarı temsil ediyorlar. Para ve siyasete baron hakim, ruhlar ise rahibin denetiminde. Onlar kadar olmasa da bir üçüncü iktidar sahibi olarak da doktor geliyor. Bilim de ondan soruluyor. Bu erkek egemen sistemin çevresinde de şu ya da bu ölçüde ezilen kadınlar ve fena halde hırpalanan çocuklar var. Köyde birçok açıklanamayan tekinsiz olay gerçekleşiyor. İki çocuk fena halde şiddete maruz kalıyor, köy doktoru kurulan tuzağa düşüyor ve sakatlanıyor, bir ambar ateşe veriliyor vb. Olayların failleri bulunamıyor. Bir köylü kadının değirmende çürük tahtaların kırılmasıyla düşüp ölümü ve ardından oğlunun intikam almak için yaptığı eylem diğerlerinden, neden sonuç ilişkisinin ve failinin belirgin olmasıyla ayrılıyor. Ama bütün eylemlerin ortak bir yanı var: İntikam amacıyla yapılıyorlar ve tamamen yıkıcı nitelikteler. Dolayısıyla da kötüler. Atalardan başlayıp çocuklarla süren bir kötülük çemberinin içinde olduğumuzu anlıyoruz bir süre sonra. Haneke sınıflar arasında da bir ayrım yapmıyor. Derken Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Köy halkı heyecanla karşılıyor savaş haberini.

SEYİRCİYLE ARAYA MESAFE KOYMAK

Babalarının acımasızlığına tepki olarak acımasız eylemler yapan çocuklarla iki dünya savaşı, Almanya’da Nazizmin yükselişi filan açıklanabilir mi? Bu baba-çocuk sarmalıyla tarihsel olaylara ışık tutma iddiası çok yüzeysel; çok derinmiş gibi görünmesine aldanmayın lütfen. Baba-oğul ilişkisinin önemsiz ve sonuçsuz olduğunu söylemiyorum tabii ki. Ama tarih bu perspektiften açıklanamaz. Çoktan önemini yitirmiş feodal ilişkilerle, kapitalizmin savaşları arasında neden sonuç ilişkileri kurulamaz. Kaldı ki filmin kendi mantığı içinde de saçma şeyler var. Baronun oğlu Sigi, kendisine işkence yapanları neden açıklamıyor mesela. Ya da Sigi ikinci defa şiddete maruz kaldığında, bir önceki eylemin faillerinin kimler olduğu neden anlaşılmıyor, gibi...

Minimalizmle, seyirciyle araya mesafe koymayla da ilgili söyleyeceğim birkaç söz var. Seyirciyi manipüle etmeme kaygısıyla önümüze konan tiplerden, modellerden sıkılıyorum. Doktor, rahip, feodal bey gibi tarihsel tipler değil, karakterler görmek istiyorum sinemada. Seyirciyi manipüle etmemenin yolu anonim tipler çizmek olmamalı!

Haneke, büyük bir yönetmen ama hedefleri boyundan daha büyük olduğu için yapabileceğinin çok altında işler çıkarıyor. İnsanlığa dair değil, insanlara dair filmler yapsa çok iyi bir yönetmen olabilecek. Yine de Haneke’nin, yaşlandıkça yumuşama emareleri göstermesini, sevebileceğimiz tipler çizmesini olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Haneke, bir önceki filmi ‘Saklı’da da 6 yaşındaki bir çocuğun kötülüğünden söz etmiş, o çocuğun kötülüğüyle Fransa-Cezayir ilişkilerine ışık tutmaya çalışmıştı. O filmi de beğenmemiştim ve ender bir şey olmuş, okurlarımdan eleştiri e-postaları almıştım. Ne yapayım, Haneke benzer şeyler söyledikçe ben de benzer eleştiriler yazacağım.
......

 

(BirGün Gazetesi / 01.05.2010)

<