Taksim'de Kışla Rekonstrüksiyonu
DOĞAN KUBAN
Mimarların, Taksim Projesi gibi her şeyi tümüyle yanlış bir önerinin sorumluluğunu almaları, bütün yaşamını bu konuları öğretmek ve yazmakla geçiren, Türkiye’de ICOMOS kurucuları arasında olan ve 1975’e kadar Türkiye’yi yurtdışında temsil etmiş benim gibi bir restorasyon hocasını sadece şaşırtmıyor, arkasındaki tavırları düşündükçe gerçekten umudumu kırıyor.
Gerçi Türkiye’nin bütün kentlerinin tarihi karakterinin yok olduğunu ve yapılarının apartman gibi tamir edildiğini gören biri için bunlara alışmam gerekirdi. Böyle bir projenin başlıca tutarsızlıklarını bir kez daha anlatmak istiyorum:
Dünyanın her yerinde yarım yüzyıldır geçerli olan bir koruma ilkesi var: Mimari tarihinin sanatsal mesajını saptırmamak (eski deyimi ile tahrif etmemek).
Bu bir uygarlık ve bilimsellik kuralıdır. Kuramsal olarak, yok olmuş, temelleri bile incelenmemiş, belgelere dayalı kronolojik rökonstrüksiyonu yapılmamış ve olasılıkla yapılamayacak bir tarihi yapının yeniden inşası yanlıştır. Bir temel kazısı bile yok. Sadece son döneme ilişkin genel bir vaziyet planı ve birkaç fotoğraf dışında fazla bilinmeyen bu yapı pek çok değişiklikler geçirmiştir. Yeniçeri kurumunu ortadan kaldırmadan önce 1826’da 2. Mahmud’un topa tuttuğu bu topçu kışlasıdır. Meydan cephesi İslam mimarisini tümüyle yozlaştıran Endülüs mimarisinden esinlenen Fransız oryantalizminin kötü bir örneğidir. Abdülaziz zamanında yapılmıştır. (Bu yapının tarihi İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Turgut Saner tarafından incelenmiştir.)
Bunu bir alışveriş merkezi olarak restore etmek ise, hem bir saygısızlık hem de işlevsel bir komedidir.
Burada simgesel bir yanlışlık da var. Hükümetin sivil idarenin üstünlüğünü göstermek için, kendi tayin ettiği Genel Kurmay Başkanını bile hapsettiği bir ülkede, İstanbul’un kent merkezinde bir kışla ihya etmek anlaşılacak bir davranış değildir.
Kentsel planlama
Projenin arkasından hiçbir mantıki kurgunun olmadığı kanısındayım. Tek olumlu fikir Taksim’in yayaya tahsis edilmesidir. Fakat bu, meydanın büyük bir bölümünü trafikten ve otobüs parkı olmaktan kurtararak kolaylıkla yapılabilirdi. Hatta ağaçlandırma olanağı bile vardı. Otel ve kültür merkezi gibi yapıların olduğu bir yere bir alış-veriş merkezi düşünmek, tek kişiye yetmeyen yorganın altına üç kişi sokmaktır. Bir yandan meydanı trafiğe kapamak sonra o noktaya gelen ulaşım yoğunluğunu artıracak bir bina yapmak, birbirleriyle çelişen düşüncelerdir.
Restorasyon kuramı açısından tümüyle yanlıştır. Burada zaten var olan bir yapının içine bir işlev yerleştirilmiyor. Çağdaş bir alış-veriş merkezini bir kışla planimetrisi içine sokmak gibi bir komedi var. Kaldı ki bu ne olduğu bilinmeyen kışla, estetik olarak İstanbul’un en çirkin kışlasıdır.
Kent’in en önemli meydanına -doğrusunu isterseniz bu kentte zaten planlı bir meydan yok- bir tünel deliğinin yanından gireceksiniz. Paris’te Champs Elysée’yi Concorde’dan gelirken delip Arc de Triomphe’un altından geçiren, ya da Berlin’de Friedrich Strasse’yi Unter den Linden’in altından geçiren bir belediye düşünülemez.
Taksim'de ekolojik sorunlar
Bu öneri işlevsel yanlışları dışında bir takım ekolojik sorunlar yaratıyor.
Doğrusunu isterseniz Avrupa’nın herhangi bir kentinde 60 yıllık bir kent parkının ağaçlarını kesen bir belediye bulamazsınız.
Dünya tehlikeli bir şekilde ısınıyor. Isınmayı azaltmak için çatıları bile bitkilerle örten bir yeşil devrim dönemindeyiz. Bugün cepheleri süsleyen klima araçları sadece bir soğutma aracı değil kenti ısıtma aracı işlevi de görüyorlar. Ayrıca bütün Türk kentleri gibi İstanbul da ağaç cinayeti merkezidir. Bu kentte öngörülen bütün projeler ağaç kıyımı üzerine kuruludur. Bu nedenle kent içi ısısının iklimsel ısıdan 10 derece daha fazla olacağı öngörülmektedir.
Taksim’e önerilen tünel de bir ısıtma makinesidir. Tünel trafiği bir işkence olacaktır. Çıkan yollar tıkandığı zaman insanların yarısı klostrofobi’den kriz geçirebilir. Tünelin havalandırılması dışarıya sıcak hava ile birlikte ekzoz gazı da üfürecektir. Tünelin pis havası Beyoğlu’nun üstünde dolaşacak, hem havayı daha çok kirletecek, hem de ısıtacaktır.
Ağaçlandırılmadığı zaman yollar ve beton yüzeyler de ısıtma makineleridir. Kesilecek ağaçlar da ısıyı arttıracak uygulamalardır. Biz İstanbul’da orman, koru ve ağaçların vereceği oksijeni karbondiyoksitle ve monoksitle değiştiren projeler planlamaya devam ediyoruz. Bunu küresel ısınmanın tehdidi altında yaşam savaşı veren bir dünyada yapıyoruz.
Sürekli vurgulamak zorunlu: Çağımızın kent ve mimarlık mottosu yeşildir. Ağaç kesmenin bir cinayet olarak algılandığı bir uygarlık aşamasına geldik. Bu sloganları, otomobillerini elektrikli yapmaya başlayan sirketler de söylüyor. Gazete reklamlarında yeşil yapı ve yeşil sanayiden geçilmiyor. Mercedes ve BMW nin elektrikli modelleri var.
Sayın okuyucular.
İstanbul’da Türkiye nüfusunun beşte biri yaşıyor. Bu cılız bir vücut üzerinde taşıyamayacağı kadar büyük bir kafa demektir. Belki o vücut bu kafayı beslemediği için aklı iyi çalışmıyor! İstanbul’u ve Türkiye’yi seven bir mimar, İstanbullu olarak İstanbul’un Türkiye’nin başında sadece bir felaket kılıcı olarak asılmış olduğunu düşünüyorum.
İstanbul’da Türkiye nüfusunun beşte biri yaşıyor, dedik. Dünyada ‘nerede doğmak daha iyi?’ listesinde İsviçre 80 ülke içinde başta geliyor. Türkiye 51.ci sırada. Üstümüzde Tayland altımızda Dominik var. Yunanistan’ın nüfusu 11.5 milyon, alanı 132.103 km2. Nüfus başına 114 hektar; Hollanda’nın nüfusu 16.7 milyon, alanı 42 000 km2. Nüfus başına 24 hektar; İstanbul Megalopolis’inde 17 milyon nüfus var. Kentin işgal ettiği alan 400.000 hektar. Adam başına 250 m2 toprak düşüyor.
Hollanda’da gökdelen ya da yüksek apartman pek yok. Maastricht diye bir kente giderseniz, olasılıkla bir tane bile yüksek yapı bulamazsınız. Fakat dünyanın en iyi korunmuş kentlerinden birini bulursunuz. Her zaman saydığımız Heidelberg, Salzburg, Paris, Floransa, Venedik ya da Cortona gibi küçük kentleri anımsayınca, Türkiye’den dört beş kat zengin ‘Avrupa kentlerine nal toplatıyoruz’ diyenler de çıkar. Fakat buna saf ve dünya görmemiş insanlardan başka kimse inanmaz. Ya da yarım yüzyıldır söyleye söyleye dilimizde tüy bitmiş bir olguyu yinelemiş oluruz. Fakat bu durum İstanbul ve Türkiye’nin kentsel kaosunu ve önümüzdeki tehlikeyi görmemize engel olmamalı.
İnsanların geleceğini tehlikeye sokuyoruz. Olasılıkla yaşlıları ölüme itiyoruz. Kimse bu ülkede yazın sıcaktan kaç kişinin sıcaktan öldüğünün hesabını tutmuyor ve sormuyor. Yunanistan’ın ekonomik krizi, Türkiye’nin başındaki belanın yanında hiç kalır.
Aklınıza bir soru geliyor: Bilim, felsefe ve sanatta da durum buna paralel değil mi?
Yani Türkiye’nin Osmanlı’ya dönmek diye bir sorunu yok.
Zaten dönmüşüz!
Cumhuriyet / Bilim-Teknik / 17 Mayıs 2013
<